'Küresel Britanya’nın' Afganistan ile sınavı

İngiltere'nin, Orta Doğu’da yaşanan ve kendisini de yakından ilgilendiren gelişmelere oldukça cılız tepkiler verdiği veya uyguladığı politikaların tutarsızlıklar içerdiği görülüyor.

"Afgan hükümetinin çöküşü İngiltere’nin dış politikası açısından büyük bir başarısızlıktır. Hep Küresel Britanya’dan bahsediyoruz. Peki Küresel Britanya, Kabil’in sokaklarında nerede? Söylediklerimizle değil, yaptıklarımızla değerlendirileceğiz.”

Bu sözler İngiltere’nin eski Başbakanı, şu anda Muhafazakar Parti milletvekili olan Theresa May’e ait. May, İngiliz hükümetinin Afganistan’da yaşanan gelişmelere verdiği tepkinin yetersizliğini eleştiren isimlerden sadece birisi. Parlamentoda yapılan tartışmalarda hükümetin, Taliban’ın ülkede idareyi ele geçirmesine hazırlıksız yakalandığı dile getirilirken, Başbakan Boris Johnson ise bunu reddediyor ve sürecin planlı bir şekilde yürüdüğünü ileri sürüyor.

 

İngiltere, Afganistan’daki son gelişmelere tepkisi yetersiz olduğu gerekçesiyle eleştirildi. Ancak esas olarak AB’den ayrılan, ABD ile ilişkilerini gözden geçiren, “Küresel Britanya” kavramı ile dünyadaki konumunu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bu ölçekte yeniden tasarlayan İngiltere’nin uzun vadede Afganistan’a ve Orta Doğu’ya yaklaşımının nasıl olacağı ve politikalarının nasıl şekilleneceği bölge ve tüm dünya için büyük önem taşıyacak.

Tartışmaları tetikleyen gelişme Dışişleri Bakanı Dominic Raab’ın, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinden önce Afgan mevkidaşının telefon görüşmesi talebine yanıt vermemesi oldu. İngiliz basınında yer alan haberlere göre o sırada tatilde olan Raab, görüşmeyi bakanlıktan başka bir üst düzey yetkiliye yönlendirdi ancak Afgan tarafı bunu kabul etmedi. Hemen sonrasında ise yaşanan hızlı gelişmelerin akabinde Taliban güçleri başkenti kontrolü altına aldı.

Raab, burada bir ihmal olduğunu kabul etmiyor ve kendi önceliğinin Kabil Havalimanı’ndaki güvenliğin sağlanması ve İngiliz vatandaşlarının tahliyesi olduğu için görüşmeyi yapamadığını ifade ediyor. Fakat bu telefon görüşmesinin gerçekleşmemesinin sebebi ne olursa olsun, konu tek bir yetkilinin ihmali ya da yaptığı tercihlerle ilgili değil. Raab’ın yapmadığı telefon görüşmesinden bağımsız olarak bir süredir İngiltere’nin özellikle Orta Doğu’da yaşanan ve aslında kendisini de yakından ilgilendiren gelişmelere oldukça cılız tepkiler verdiği veya uyguladığı politikaların tutarsızlıklar içerdiği görülüyor. Suriye, Libya, Yemen, son olarak Tunus derken, şimdi de Afganistan.

Küresel Britanya vizyonu

Theresa May’in de dile getirdiği gibi bu durum “Küresel Britanya” vizyonu ile çelişiyor. Bu vizyon, Dışişleri Bakanlığı’nın resmi metinlerinde ülkenin dünyadaki hızlı değişime uyum sağlaması, “başarılı bir küresel dış politika aktörü olmaya devam etmesi” ve “dünya ile bundan sonra daha az etkileşim içerisinde olunacağına yönelik düşüncelere karşı çıkılması” hedefleri üzerinden şekilleniyor ve “güçlü bir küresel varlığa sahip, dünyanın her bölgesinde etkin, müttefik ve dostlarıyla birlikte küresel güvenlik ve refahı sağlarken kendi güvenlik ve refahını da koruyan, dünya ile her alanda angaje olan” bir Britanya tahayyülünü ortaya koyuyor. Günümüzdeki eleştiriler de İngiliz hükümetinin mevcut durumdaki Afganistan politikasının bu hedeflerle taban tabana zıt olduğu yönünde şekilleniyor.

İngiltere’nin Afganistan politikasıyla ilgili güncel gelişmeler geniş bir bağlam içerisinde ele alınacak olursa, Londra’nın dış politika yaklaşımlarıyla ilgili mevcut üç temel dinamiği incelemek gerekiyor.

İlk olarak, İngiltere sadece Brexit ile Avrupa Birliği’nden (AB) ayrıldığı bir dönemden değil, bütün olarak dış politikasının temelini oluşturan ana eksenlerde kaymalar yaşandığı bir dönemden geçiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana İngiltere’nin dünya ile olan ilişkilerinde iki temel unsur; bir taraftan ABD ile olan ittifakı, diğer taraftan ise 1973’te o dönemki adı ile Avrupa Topluluğu’na tam üyelik ile kurumsal bir hal alan Avrupa ile olan ilişkileri oldu. Bugün ise her ikisi de İngiltere açısından gücünü yitiriyor.

ABD ve Avrupa ile ilişkilerde yeni dönem

2001’de ABD orduları Afganistan’a girerken dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair, ABD Başkanı George W. Bush’a açık çek vermiş, “ne olursa olsun yanındayım” mesajını iletmişti. Her ne kadar bu ittifak her iki ülke için önemini korusa da artık giderek artan bir güvensizlikten söz etmek de mümkün. Donald Trump’ın başkanlığı süresince kendisi ile Başbakan Johnson arasında kişisel olarak olumlu bir hava oluşmuş fakat bir yandan ABD-İngiltere ilişkilerindeki belirsizlikler de artmıştı. Yeni bir ABD-İngiltere ticaret anlaşmasının içeriği üzerindeki anlaşmazlıklar, Brexit sonrası Kuzey İrlanda’nın statüsü üzerindeki görüş ayrılıkları ve giderek büyüyen bir ekonomik güç olan Çin’e karşı rekabet-işbirliği ikilemi içerisinde nasıl bir tavır alınacağı konuları Washington ile Londra arasında gündemdeki yerlerini koruyan tartışmalı konulardan sadece birkaçı. ABD’de Joe Biden’ın başkanlığı ile birlikte bu alanda henüz bir iyileşme ya da iki taraf arasında artan bir uyum söz konusu değil. Hatta tam tersine, ABD yönetiminin Afganistan’dan çekilme kararını müttefiklerine danışmadan tek taraflı olarak alması İngiltere’de büyük bir tepkiye yol açtı. Diğer taraftan Brexit ile AB’den ayrılan İngiltere’nin Avrupa ile ilişkilerinin nasıl bir zemine oturtulabileceği de son dakikada imzalanan bir ticaret anlaşması haricinde tam olarak belli değil.

“Küresel Britanya”, ABD ve Avrupa’ya daha az bağımlı, dünyanın farklı bölgeleri ile daha fazla etkileşim içerisinde olan bir Britanya öngörüyor. Ancak her iki temel ekseni zayıflayan bir yapıyı hızla değişen bir dünyada çok taraflı yeni bir temel üzerine oturtmak kolay değil; bu zaman alıyor ve belirsizliklere yol açıyor; Afganistan’da olduğu gibi.

İkinci olarak, İngiliz halkının dış politika ile ilgili beklentilerinin hükümetin aldığı kararlar üzerindeki etkisini değerlendirmek gerekiyor. İngiliz silahlı kuvvetleri Orta Doğu’daki birçok savaşta NATO kapsamında ABD ordusunun yanında yer aldı, Afganistan da buna dahil. Afganistan’da 20 yıl boyunca milyarlarca dolar para harcandığı gibi resmi verilere göre bu sürede 457 İngiliz askeri de hayatını kaybetti. Sonuç olarak gelinen nokta ise 2001’de sona erdirilen Taliban yönetimi ve 2021’de gücü yeniden eline geçiren bir Taliban; yani başlangıç noktasına dönüş. İngiltere’nin Orta Doğu’da ya da özel olarak Afganistan’da ne kadar aktif olacağı tartışılırken, İngiliz halkının buna mesafeli bir tutum içerisinde olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.

İngiliz halkının beklentileri

İngilizlerin “Küresel Britanya” kavramını algılama şekilleri de bu durumu tasdik eder nitelikte. Merkezi Londra’da bulunan düşünce kuruluşu British Foreign Policy Group’un Şubat 2021’de yayınladığı kamuoyu araştırmasının[1] sonuçlarına göre, “Küresel Britanya” kavramının kendilerine ne ifade ettiği sorusuna katılımcıların yüzde 34’ü “serbest ticaret ve küreselleşmeyi destekleyen bir ülke” şeklinde cevap vermiş. Yüzde 27’lik bir kesim “uluslararası işbirliği için daha etkin bir diplomasi” beklentisi içerisinde, katılımcıların yüzde 21’i için ise esas olan ülkenin sınırlarının güvende olması ve iç meselelere daha fazla odaklanılması. “Küresel Britanya” dendiğinde ülkelerini dünyada öncü bir askeri güç olarak görenlerin oranı sadece yüzde 16, “göçmenlere kapılarını açan bir” ülke olarak görenlerin oranı yüzde 12, diğer ülkelere yardım ederek küresel fakirlikle mücadele eden bir ülke” olarak değerlendirenlerin oranı ise yüzde 11. Başka bir deyişle, “Küresel Britanya” dendiğinde İngilizlerin aklına gelen ya da talep ettikleri Afganistan’da ya da başka bir kriz bölgesinde askeri, siyasi ya da ekonomik olarak aktif bir şekilde müdahil olan bir ülke değil.

Üçüncü olarak ise, İngiltere’nin Orta Doğu’ya yaklaşımındaki değişimi tahlil etmek gerekiyor. Burası, Britanya’nın çok ciddi bir tarihsel bagaja sahip olduğu, geçmişinin özellikle belirli dönemlerde çok da parlak olmadığı bir coğrafya. Bugün ise Londra’daki politika yapıcılar için Orta Doğu’nun öncelikler listesinde aşağı sıralara indiği görülüyor. Örneğin, son olarak mecliste Dış İlişkiler Komitesi’nin yayınladığı bir belgede üç öncelikli bölge olarak “Kuzey Amerika ve özellikle de ABD, Avrupa ve çevresi, Hint-Pasifik bölgesi” değerlendirildi ve bu bölgelerde nüfuzu korumanın “Küresel Britanya’nın başarısı için temel bir koşul” olduğuna vurgu yapıldı.[2] Söz konusu belgede Orta Doğu ancak “Avrupa ve çevresi” kısmında alt bir madde olarak (Balkanlar ve Rusya’dan sonra) geçiyor ve İngiltere’nin Orta Doğu’daki uzun vadeli hedefi “bölgenin istikrara yeniden kavuşması” olarak ifade edilirken kısa vadeli hedefler ise “bölgeden kaynaklanan güvenlik tehditleriyle mücadele” olarak tanımlanıyor.

İngiltere, Afganistan’daki son gelişmelere tepkisi yetersiz olduğu gerekçesiyle eleştirildi. Ancak esas olarak AB’den ayrılan, ABD ile ilişkilerini gözden geçiren, “Küresel Britanya” kavramı ile dünyadaki konumunu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bu ölçekte yeniden tasarlayan İngiltere’nin uzun vadede Afganistan’a ve Orta Doğu’ya yaklaşımının nasıl olacağı ve politikalarının nasıl şekilleneceği bölge ve tüm dünya için büyük önem taşıyacak.

[Dr. Altay Atlı, Boğaziçi Üniversitesi Asya Çalışmaları Merkezi’nde uzman ve Atlı Global kurucu direktörüdür]


Haber Kaynak : İGFA